Tarih öncesi çağları alet endüstrisinde kullanılan hammaddeyi temel alarak Taş Çağı, Tunç Çağı, Demir Çağı şeklinde sınıflamak Danimarkalı Eskiçağ tarihçisi Christian Jürgensen Thomsen tarafından 1830’larda ilk olarak öne sürülmesinden başlayarak günümüze kadar kullanılagelmiştir. Bakırı ve kalay 10’a 1 oranında karıştırılarak elde edilen alaşım olan tuncun (bronz) kullanımıyla başlayan çağ, sadece alet üretim teknolojisinde basit bir sıçramayı değil, insanların siyasal / toplumsal yaşamında da yepyeni bir dönemi başlatır. MÖ 3000’in az öncesinde Mezopotamya ve Mısır gibi verimli nehir vadilerinde ‘devlet’ olarak adlandırdığımız siyasal örgütlenmenin ortaya çıktığı görülür. Tunç Çağı’nın ilerleyen süreçlerinde bu siyasal yapı, coğrafi şartların daha az uygun olduğu Girit, Kıta Yunanistan ve Anadolu’da da kendisine özgü biçimlerde karşımıza çıkar.
Tuncun bileşenleri olan bakır ve kalay kaynaklarına ulaşım bu toplumların çözmesi gereken bir sorundur. Bu dönemde Kıbrıs’ta ve Anadolu’nun Çankırı-Kastamonu civarında bakır yataklarının kullanıldığını biliyoruz. Kalaya ulaşmak daha zordur. Bolkar dağlarında pek de verimli olmayan kalay yatakları bir yana bırakılırsa Özbekistan’da Karnab ve Tacikistan’da Mušiston (İngiltere’de Cornwall ?) en önemli kaynaklardır ve bu dönemde aktif olarak işletilmişlerdir. Kalayın bu kadar uzun menziller kat ederek Güneybatı Asya’ya ulaşımı ve dağıtımı devletler arasında karmaşık ticaret ağlarını ve ilişkileri de zorunlu kılmış olmalıdır.
Tunç Çağı’nın sonu ise hemen bütün Doğu Akdeniz havzasında izlenen bir yıkım dalgasıyla dikkat çeker. MÖ 1200 civarında Girit ve Kıta Yunanistan’daki Myken şehir devletleri, Anadolu’daki Hitit Krallığı, Levant kıyılarındaki Ugarit ve Kargamış gibi merkezleri içeren bir katastrof (felaket) sürecini izleyebiliyoruz. Mısır’daki siyasi yapı bu yıkımlarla tamamen ortadan kalkmamıştır, ancak eski siyasi birliğini 450-500 yıl sürecek bir ‘Ara Dönem’in ardından tekrar kurabilecektir. Bu dönemde, konumuz olan Batı Anadolu’daki Son Tunç Çağı beyliklerinin süreçten nasıl etkilendiğine dair verilerimiz yoktur. MÖ 1200-1100’lerde yaşanmış, çok geniş bir bölgeyi içine alan ve Tunç Çağı’nın sonlarında farklı formlardaki devlet yapılarının ortadan kalkmasıyla sonuçlanan bu felaketin nedenleri üzerinde Eskiçağ tarihçileri ve arkeologlar kafa yormuşlar, ancak hemfikir olabilecekleri bir sonuca ulaşamamışlardır. Deprem dalgası, uzun süren kıtlık, kuzeyden ya da adalardan gelen istilacı toplulukların (Deniz Kavimleri? Dorlar?) varlığı, iç ayaklanmalar, yeni savaş teknolojilerinin ortaya çıkışı ilk akla gelenler… Tunca göre daha gelişkin bir metalürji teknolojisi gerektiren ancak bu teknoloji öğrenildiğinde daha kolay ulaşılabilir hammadde kaynakları içeren demirin yaygın kullanımının başlamasıyla uzun menzilli devletler arası ticaretin önemini kaybetmesi, ‘kompleks yapıların çöküşü’ gibi farklı teorik açıklamalar üzerinde durulur. Felaketin nedenlerini tartışmak bu yazının konusu olmadığı için, her biri ilginç detaylar içeren bu teorileri şimdilik bir kenara koyuyoruz. Bizi yıkımın nedenlerinden çok sonuçları ilgilendirecek.
Hitit krallığı sakinlerinin, daha yağmacılar şehre ulaşmadan başkentleri Ḫattuša’yı ve diğer yerleşim merkezlerini terk ettikleri ve ortak bir siyasi bütünlük oluşturmaksızın Anadolu’nun güneydoğusu ile Suriye’nin kuzeyinde şehir devletleri şeklinde yeni bir siyasi yapı kurdukları anlaşılıyor. ‘Geç Hitit’ olarak adlandırılan bu devletlerdeki hanedan isimleri, kültürel öğeler ve kullanılan dil / alfabe, söz konusu Demir Çağı siyasi yapılarının Hitit kültürünün ardılları olduğunu gösterir. Kıta Yunanistan’daki Myken şehir devletleri de hem fiziki hem de siyasi olarak ortadan kalkmış geniş halk kitleleri bazen Yunanistan içinde –kıyılara ve adalara– hareketlenmiş ama daha büyük oranda bölgeyi terk etmeyi tercih etmiştir. Girit ve Kıbrıs üzerinden Doğu Akdeniz sahillerine yönelik kitlesel bir hareketin ipuçları vardır. Önemli bir hareketlilik ise Ege Denizi’ni batı-doğu yönünde geçerek Batı Anadolu sahillerine yönelik göç dalgasıdır. Burada ‘Erken Demir Çağı Ege Göçleri’ diye adlandırabileceğimiz bu süreci ve sonuçlarını tartışacağız.
Yakın dönemleri saymazsak, bütün tarih boyunca yazı, icadı ve kullanım süreciyle, şiir ya da aşk mektupları yazmaktan çok, devlet yapısının gerektirdiği bürokratik örgütlenmenin bir enstrümanı olarak anlam taşır. Devletlerin Tunç Çağı sonundaki yıkımıyla karakterize süreç, yazının da kullanım dışı kalmasıyla sonuçlanır. Sonuç olarak, tartışacağımız dönem yazılı kaynakların olmadığı, temel olarak arkeolojik veriler ya da olaylardan çok sonra kaleme alınmış metinler ışığında anlamaya çalıştığımız bir ‘Karanlık Çağ’dır. Söylenebilecek her şeyin, kısıtlı verilere dayanarak yapılmış spekülasyonlardan ibaret kalacağını baştan belirtmek dürüst bir tavır olacaktır.
Erken Demir Çağı Ege Göçleri problemi üzerine kafa yoran araştırmacılar bulanık suda balık avlayarak bir dizi soruya cevap bulmaya çalışırlar: Göçler ne zaman oldu? Göç hareketi ne kadar sürdü? Göçler bir büyük dalga halinde mi gerçekleşti, yoksa ardışık göç dalgaları mı söz konusuydu? Göç edenler nere(ler)den yola çıkarak nerelere yerleştiler? Göçmenler ile göç edilen yerlerde halihazırda yaşayan yerli halk arasındaki ilişkiler nasıldı?
Görüldüğü gibi sorular çok, ama tatmin edici cevaplar bulmak zor. En erken yazılı kaynaklarımızdan olan Homeros’un ve Hesiodos’un metinlerinin konuyla pek ilgilenmediği, anlatmak istediklerinin göçler öncesi ‘altın çağ’da yaşananlar (İliada ve Odysseia) veya mitolojik dizgeler (Theogonia) olduğunu biliyoruz. Tam metinleri günümüze ulaşamamış, genellikle daha geç dönem yazarlarının aktardıkları ufak tefek fragmanları bir yana bırakırsak derli toplu ilk metin MÖ 5’inci yüzyıl sonlarında kaleme alınan Herodotos’un yazdığı Historiai / Tarih’tir. Tartışacağımız göç hareketinden yaklaşık 700-750 yıl sonra kayda geçirilmiştir. Herodotos’tan hiç değilse 200 yıl öncesine kadar yazının bilinmediği göz önüne alınırsa, kuşaktan kuşağa sözlü tarihle aktarılmış bilgilere ne kadar güvenilebileceği ciddi bir sorundur. Bu yazıyı okuyanların büyük çoğunluğunun yazılı kaynakların mevcut olduğu günümüz dünyasında bile dedesinin dedesinin (hele anneannesinin anneannesinin) adını bilmediği, yani sözlü tarihin 80-100 yıl öncesine ait verileri hızla hafızalardan sildiği unutulmamalıdır. Tüm toplumu ilgilendiren büyük olaylarda bu hatırlama süreci biraz daha uzun olabilir, ancak yazılı kaynak yoksa hiçbir zaman 200 yıldan geriye uzanmaz. Heorodotos’tan yaklaşık 150 yıl sonra kayda geçirilmiş, önemli tarihsel olayların listesini içeren Paros adasında bulunmuş bir yazıt da aynı çerçevede ele alınabilir. Diğer antik kaynaklarımız ise muhtemel göçten 1000-1800 yıl sonrasında kaleme alınmışlardır. Dolayısıyla güvenilirlikleri sorguya açıktır. Bu geç tarihli metinlerin, günümüze ulaşamamış, ancak onlar yazıldığında dolaşımda olan daha eski metinlerden faydalanmış olabileceği muhtemeldir. Ama bu ihtimal ne yazık ki daha sağlıklı veriler içerdikleri anlamına gelmez.
TARİH, YAZILDIĞI DÖNEMİN İDEOLOJİSİNDEN BAĞIMSIZ DEĞİLDİR
Bu antik kaynakları, göç sürecini anlamak için kullanmanın problemleri sadece anlatılan olaylarla kaleme alındıkları zaman arasında geçen uzun süreyle sınırlı değildir. Bilindiği gibi, hiçbir tarih yazımı nesnel değildir ve yazıldığı dönemin politik / kültürel / sosyolojik dünyasından etkilenir. Atina şehrinin emperyal bir güç olduğu dönemde olayları anlatırken, her şehir kendi kurucularının Atina’dan geldiğini iddia edecek ve işin ilginç yanı buna kendileri de inanacaktır. Örneğin, Boşnak olan babaannem, kendi atalarının Horasan’dan Bosna’ya göç ettiklerini bize anlatmıştı. Yani sonradan devşirilmiş Müslümanlar olmadıklarına, ‘öz’ Müslüman Türkler olduklarına dair bir tarih yazmıştı ve Boşnakça konuşuyordu. Sonradan öğrendim ki, tüm Boşnaklar ve Giritliler aynı Horasan geçmişini anlatırmış. Özetle tarih, yazıldığı dönemin ideolojisinden bağımsız değildir.
Kaldı ki, antik yazarların bize verdiği ‘tarihler’e yönelik sorunlar vardır. Günümüzde kullandığımız İsa’ya ya da Muhammed’in hicretine yönelik sıfır noktalarının henüz var olmadığı, hatta antik çağda yaygın kullanılan Olympiad Era’sının bile söz konusu olmadığı bir döneme ait olaylar anlatılırken zaman nasıl ölçülecektir? En yaygın tarihlendirme biçimi Homeros’un aktardığı Troia savaşını sıfır noktası olarak belirlemektir. Ancak günümüz tarihçileri böyle bir savaşın tarihsel bir veri olarak olup olmadığı konusunda kararsızdır. Troia kazılarında bile hangi tabakanın savaşı temsil etmiş olabileceği güvenli bir şekilde tespit edilemedi. Eğer savaş sadece mitolojik bir anlatı değilse ve gerçekten tarihsel bir olaysa; bu olayın ne zaman gerçekleştiği diğer bir problemdir. Savaşa ait farklı Troia tabakaları ve MÖ 13’üncü yüzyıl ortası ile 11’inci yüzyıl ortası arasında farklı tarihler öne sürülür. Araştırmacılar bu belirsizlikler içinde MÖ 1200 gibi yuvarlak bir tarihi kabul etmek zorunda kaldılar, ancak buna itirazlar sürüyor. Antik dönem tarih aktarıcıları, Troia savaşını bir milat kabul ettikten sonra özel bir olayın ne zaman gerçekleştiğini belirtirken “Troia savaşından üç kuşak sonra” gibi ibareler kullanırlar. Bu durumda da her kuşak için kaç yıl hesaplayacağımız diğer bir problem oluşturur.
Özetle, antik kaynakları Erken Demir Çağı Ege Göçleri’ni anlamak için kullanmak çok problemlidir. Ancak elimizde başka ulaşılabilir kaynağın olmadığı göz önüne alınırsa bunları elimizin tersiyle bir kenara itme lüksümüz de yoktur. Verileri sınayabileceğimiz tek ‘güvenilir’ kaynak olarak geriye arkeolojik materyal kalmakta. Öte yandan bu açıdan da ferah olmadığımızı hatırlatmak gerekecek. Batı Anadolu’daki antik yerleşimler binyıllarca süren yaşam boyunca, her biri kendi altındakileri kısmen ya da tamamen tahrip eden çok sayıda katmandan oluşur. Çoğu durumda şehrin kuruluş
dönemini yansıtabilecek erken tabakalar, geç yerleşimler tarafından tahrip edildiğinden bütünlüklü bir şekilde gözlenemezler (Ephesos Ayasuluk Tepesi, Miletos). Bazen arkeologlar bu erken dönemlere özel bir ilgi göstermediğinden yeterince derin sondajlar yapmazlar, daha geç dönem kültürlerini incelemekle yetinirler (Kyme, Teos). Bazı yerleşimlerin tarih içinde konumları değişmiştir ve erken yerleşimin nerede olduğu bilinmemektedir (Erythrai, Priene). Bazı yerleşimler hemen hemen hiç araştırılmamıştır (Lebedos, Kolophon). Bazı yerleşimlerin üstünde modern şehirler vardır ve geniş çaplı kazılar yapabilmek imkansızdır (Khios, Samos). Bazen erken tabakalar araştırılmış, ancak ayrıntılı bir şekilde yayınlanmamıştır (Smyrna, Phokaia?). Nadir olarak şehrin kuruluş aşamasına ait tabakaları ve mezarlık alanlarını göreceli olarak daha iyi gözlemleyebiliriz (Klazomenai). Bu kadar sınırlı arkeolojik veriyle, buluntulara yönelik güvenilir kronolojik çerçeveler oluşturmak ve çoğu durumda küçük parçalar halinde ele geçmiş buluntuların dış ilişkilerini yorumlamak da zordur. Bazı araştırmacıların ‘Atina etkisi’ gözlemlediği parçalardan, başkaları ‘tipik Thessalia ilişkisi’ çıkarımı yapabilmektedir.
EN SAĞLIKLI VERİLER SUNAN ARKEOLOJİK MATERYAL SERAMİK
Arkeolojik buluntular arasında en sağlıklı veriler sunan arkeolojik materyal seramiktir ve Ege Göçleri’nin muhtemelen gerçekleştiği döneme ait seramiğe Protogeometrik Seramik adı verilir. MÖ 1050 1000 arası Erken Protogeometrik, 1000-950 arası Orta Protogeometrik ve 950-900 arası ise Geç Protogeometrik dönem olarak adlandırılır. Tunç Çağı sonlarında üretilen Myken seramiği ile Demir Çağı başındaki Protogeometrik dönem seramiği arasında kalan (yaklaşık 1100-1050 yılları) geçiş dönemi ise Submyken terimiyle vurgulanır.
Antik kaynaklar Heraklesoğullarının (Dorların) Troia savaşından üç kuşak (yaklaşık 60 yıl) sonra kuzeyden Yunanistan’a girdiğini ve bu tarihten sonra kademeli olarak Batı Anadolu göçlerinin başladığını söyler. Anlatıya göre Dor göçü bir kartopu etkisi yaratır, Myken merkezlerini tahrip ederler, yerli halkın bir kısmı zaman içinde kaçar, hızlarını alamayan Dorlar da bir süre sonra bu göçün bir parçası olurlar.
Belirli lehçeleri konuşan grupların, muhtemelen ortak yön ve toplumsal örgütlenme bağlarına sahip olması nedeniyle, Batı Anadolu’ya yönelik göçler de bu lehçe ortaklıkları temelinde yapılmış görünüyor.
Yunanistan’da konuşulan üç temel lehçe vardır: Kuzeyde Thessalia ve Boiotia bölgesinde Aiol lehçesi, Atina ve Euboia adasında İon lehçesi ve Pelopennesos (Mora) yarımadası ve Megara şehri civarında yaygın olan Dor lehçesi. Bu lehçelerin farklı diller olarak kabul edilemeyeceği hatırda tutulmalıdır. Türkçe konuşan bir Muğlalı ve Rizelinin birbirleriyle rahatça anlaşabileceği ortak bir dil konuşmaları gibi, Yunan dili lehçeleri de telaffuz ve bazı gramer farklılıkları ile sınırlıdır. Bu üç lehçeyi konuşan gruplar, kabaca özgün konumlarındaki coğrafi paralelleri koruyarak Batı
Anadolu’da Gediz (Hermos) nehri kuzeyine Aioller, Gediz ile Büyük Menderes (Maiandros) nehri arasındaki kıyı şeridi ve adalara İonlar, Büyük Menderes Nehri güneyi ve Oniki adalara (Dodekanesos) Dorlar yerleşecek şekilde göç etmişlerdir.
Öte yandan bu anlatı arkeolojik verilerle tam bir uyum göstermez. Her şeyden önce buluntular Myken merkezlerinin 1200-1100 yılları arasında yıkıldığına işaret etse de kuzeyden gelmiş olabilecek halk kitlelerine ait izler içermez. Çok nadir buluntular dışında (bunların oranı bir göç hareketini gösterecek boyutta değildir, sıradan ticari ilişkilerle de bölgeye ulaşmış olabilirler) kuzey kökenli seramik ya da yeni bir halkın varlığına işaret edebilecek gelenekler (örneğin kuzeyde daha eski zamanlardan beri yaygın olduğunu bildiğimiz ölü gömme uygulamalarının onlarla beraber taşınması) gözlenmez. Yazı ve Myken saraylarındaki seçkinler için üretilmiş lüks materyaller dışında önceki dönem kültürlerinde bir devamlılık takip edilebilir. Kuzeyden gelerek önlerine geleni yakıp yıkan bir halkın olmadığı, Myken saraylarının ve idari sisteminin iç ayaklanmalarla sona ermiş olabileceği akla gelmektedir. Belki de Yunan dilinin bir lehçesini konuşan Dorlar, zaten Myken merkezlerinde yaşamakta olan aristokrat olmayan isyankar gruplardı; bu anlamda ‘dışardan’ gelmediler. Sonraki dönemde Dor lehçesinin Orta Yunanistan’da izlenmemesi ve sadece Pelopennesos yarımadası ile Megara şehri civarında kaydedilmiş olması, kuzeyden gelen bir halk olmadıkları spekülasyonunu destekler.
Antik kaynakların anlatılarına bakılırsa Aiol lehçesi konuşan halkların göçü diğerlerinden daha önce başlar, Troia savaşından üç kuşak sonra başlayan göç (yaklaşık MÖ 1140) önce Lesbos (Midilli) adasına yönelir, 20 yıl sonra Aiolis bölgesinin merkezi olacak olan Kyme, 20 yıl kadar sonra da Smyrna kurulur. Bu kaynaklar, Aiol göçlerinin, sonraları Troas olarak adlandırılacak bölgeyi de içerdiğini belirtir ve göçün uzun yıllar boyunca peyderpey gerçekleştiğine vurgu yaparlar. Troia yerleşiminin VII-b3 olarak sınıflanmış tabakasında ele geçen ve Yunanistan’ın Kuzey Phokis / Kuzey Lokris bölgelerindeki buluntularla paralellikler gösteren seramik buluntular bu erken tarihi kısmen de olsa destekleyen tek ipucudur.
Ancak Troia’nın Son Tunç Çağı’nın önemli bir merkezi olduğu göz önüne alınırsa, buradaki buluntuları Aiol göçleri ile ilişkilendirmekte acele edilmemelidir; yeni insanlar gelmemiş, şehirde var olan hayat ve ilişkiler sürmüş olabilir. Lesbos Adası, Smyrna ve Kyme’de şimdiye kadar ele geçen en erken buluntular MÖ 10’uncu yüzyıl ortalarından daha eski değildir.
Pitane’deki (Çandarlı) ve Larisa’daki (Buruncuk) ender buluntular daha geç tarihlidir. Diğer Aiol şehirlerindeki kazılardan elde edilen veriler ve yüzey buluntuları MÖ 8’inci yüzyıl sonlarından başlar. Bu veriler eşliğinde, ayrıksı özellikleri olan ve orijinal Aiolis bölgesi sınırları dışında kalan Troia istisna kabul edilirse, Aiol göçlerinin MÖ 10’uncu yüzyıl sonlarında başladığı ve Kyme ile Smyrna gibi az sayıda merkezle sınırlı olduğu çıkarımı yapılabilir. Bu merkezlerin dışına pek taşmayan Aiol göçmenleri, kendilerini güvende hissettikleri MÖ 8’inci yüzyıl sonu gibi geç bir tarihte kendi hinterlantlarını kolonize edip yeni şehirler kurmuş olmalıdırlar (Şehirlerinin İonlar tarafından istila edilmesi nedeniyle kaçan Smyrnalılar?). Bu anlamda kitlesel bir Aiol göçünden bahsetmek şimdilik güçtür. Brian Rose, ‘Separating Fact from Fiction in the Aiolian Migration’ (Aiol Göçünde Gerçekler ile Kurguyu Ayırmak) isimli makalesinde Demir Çağı başlarına tarihlenen böyle bir kitlesel göçün hiç gerçekleşmemiş olabileceği, söz konusu göçün Antik Çağ yazarlarının ve onları takip eden modern bilim insanlarının kurguladığı bir hayal olması ihtimali tartışılmaktadır.
İonia ve kısmen Doğu Dor merkezlerinin tersine erken Aiol yerleşimlerinde Son Tunç Çağı izleri tespit edilemedi (Smyrna ve tek bir mezarın tespit edildiği Pitane istisna). Yani Aiollerin daha öncesinde ilişki içinde olmadıkları ‘boş’ alanlara yerleştiği söylenebilir. Aiolis bölgesinde yaygın olan ve genellikle bu etnik grupla özleştirilen ‘Gri Tek-Renkli’ seramiğin, Kıta Yunanistan’daki Aiol bölgelerinde yaygın olmadığı; öte yandan Kuzeybatı Anadolu’da Demir Çağı göçleri öncesinde de tercih edilen bir seramik türü olduğu unutulmamalıdır. Kyme gibi nadir öncü Aiol yerleşimlerinin çevresinde, etkileşim kurabilecekleri yerli halkın yaşadığı fikri akla gelmektedir, ancak bunu söylemek için araştırmalar çok yetersizdir.
İON GÖÇLERİNİN ANAHTAR ŞEHRİNİN MİLETOS OLMASI TESADÜFİ DEĞİL
İon göçleri konusunda hem antik kaynakların ilettiği bilgiler hem de arkeolojik veriler açısından daha şanslıyız. Antik kaynaklar süreçle ilgili farklı ve zaman zaman çelişik bilgiler verir. Pelopennesos’un güneybatısındaki önemli Myken merkezi olan ve İliada’da bilge kral Nestor’un şehri olarak anılan Pylos’un yıkılışından sonra Neleus önderliğinde ya doğrudan İonia’ya göç ederler ya da göçten önce Dor saldırılarından etkilenmemiş olan Atina’ya sığınırlar. Liderleri Melanthos Atina kralı olur, Atina’da farklı yerlerden kaçan mültecilerle birleşir, Melanthos’un oğlu Kral Kodros’un çocukları İonia göçüne önderlik ederler. Başka bir deyişle, İon göçü Dorların gelişinden dört kuşak sonra, MÖ 1060-1050 civarında başlar.
İon göçlerinin anahtar şehrinin kral Kodros oğlu Neleus önderliğinde kurulan Miletos olması tesadüfi değildir. Miletos Son Tunç Çağı’nda önemli bir Myken yerleşimidir ve büyük olasılıkla Hitit kaynaklarında anılan Ahhiyawa krallığının başkenti Milawanda’dır. Yani Yunanistan’dan göçenler, zaten kendilerine ait olan bir yerleşimi hedeflemişlerdir. Kazıların sınırlı alanlarda sürdürülmesi ve Menderes Nehri nedeniyle oluşan alüvyal dolgulardaki su seviyesinin yüksekliği erken tabakaların sağlıklı bir şekilde araştırılmasını önlemiştir. Şehirde, en azından Submyken döneminden, yani MÖ 11’inci yüzyıl başlarından itibaren Anakara Yunanistan ilişkisi tespit edilebilmiştir. Son Tunç Çağı yerleşmesi ile İon yerleşmesi arasında bir kopukluk olup olmadığı şimdilik meçhuldür. Miletos’un izleyen dönemlerdeki seramik buluntuları, antik kaynakların anlatılarına paralel olarak şehrin Atina ile kültürel ilişkilerini büyük ölçüde doğrular.
Antik Yunan şehirlerinde vatandaşlık örgütlenmesi Phyle adı verilen ‘kabileler’ aracılığıyla sağlanıyordu. Atina şehrinden isimleri bilinen dört Phyle’nin aynı zamanda Miletos’ta varlığı iki merkez arasındaki yakın ilişkinin bir diğer kanıtıdır. Ancak Miletos’ta Atina’dan bilinmeyen iki ayrı Phyle daha vardır ki, bu durum göçmenlerin tek bir merkezden hareket etmediğini, başka yerlerden gelen halk topluluklarının da göç hareketine dahil olduğunu düşündürür. Vatandaşlığa kabul törenlerini içeren Apatouria şenliklerinin her iki merkezde de yapılması, yılın ay isimleri arasındaki ortaklık, baş tanrıçanın Athena olması ve elbette ki lehçeler arasındaki ortaklık Atina ile Miletos arasında antik kaynakların işaret ettiği bağlantıyı teyit eder.
Ephesos, Atina Kralı Kodros’un bir diğer oğlu olan Androklos liderliğinde kurulur. Yunan geleneklerine göre yeni bir yerleşim kuracak olan önder, bu yerleşimin nerede kurulmasının ‘hayırlı’ olacağını öğrenmek için Delphoi’deki Apollon kahinine danışır. Kahin biraz enigmatik şekilde bir yer tarif eder. Antik kaynaklar Androklos’a bu tarifin “bir balık ve yaban domuzunu yan yana gördüğün yerde” şeklinde yapıldığını aktarır. Yola çıkan Androklos, farklı yerlerde zaman geçirdikten sonra arkadaşlarıyla birlikte balık yerken sıçrayan yağın çalılar arasındaki yaban domuzunu ürküttüğünü görür, domuzu avlar ve şehri oraya kurar. Bu ve benzeri anlatıların gerçekçi olamayacağı açıktır. Göç edenler, en azından İonia şehirlerinin büyük kısmı için, daha önceden bildikleri, ilişki içinde oldukları yerleri tercih ettiler ve daha yola çıkarken yelkenlerini nereye doğru açacaklarını bilmektedirler.
Ephesos, Miletos örneğinden farklı olarak bir Myken yerleşimi değildir. Hatta Hitit kayıtlarında geçen Son Tunç Çağı’ndaki Arzawa krallığının başkenti olan Apaša olması çok muhtemeldir. Ancak yerleşimde Myken buluntuları vardır ve olasılıkla Mykenli tüccarların ilişki içinde oldukları bir yerdir.
Göçmenler Miletos gibi “kendilerine ait” bir yere gelmemişler ama “tanış” oldukları, ilişki içinde bulundukları bir merkezi tercih etmişlerdir. İon kökenli kabul edilebilecek buluntular Geç Protogeometrik dönemden, MÖ 10’uncu yüzyıl sonlarından başlar ve aralarında Atina üretimi olabilecek nadir örneklerin de olduğu bildirilmiştir. Atina Phyle isimlerinden dördünün ikisine Ephesos’ta da rastlanması, Miletos kadar yoğun değilse de Ephesos için de antik kaynakların anlatılarını kısmen doğrular.
Ancak Kuzey İonia bölgesinde, yani Urla-Çeşme yarımadası ve kuzeyinde tablo tamamen değişir. En sağlıklı verilerimizin olduğu Klazomenai’de yerleşimde bir kesinti olmadığı, Submyken döneminden başlayarak İonialıların varlığının gözlenebildiği söylenebilir. Burası da Ephesos gibi Son Tunç Çağı’nda Myken kültürüyle ilişki kurmuş, ancak baskın olarak yerel halkın yaşadığı bir yerleşimdir. Erken Protogeometrik döneme tarihlenen apsidal planlı (dar kenarı kavisli yapılmış) evler sayesinde ilk yerleşimcilerin tercih ettiği mimari planlar da öğrenilmiştir. Erken buluntular, Troia örneklerine tam bir paralellik gösterecek şekilde Kuzey Phokis / Kuzey Lokris bölgeleri ve bazı Kuzey Ege merkezleriyle ilişkiye işaret eder. İlk göçmenlerin Atina kökenli İonlar olmasından çok, Aioller olduğunu ve göç rotasının Ege Denizi’ni batı-doğu doğrultusunda doğrudan kat etmeyip Kuzey Ege kıyılarını takip etmiş olabileceğini akla getirir. Her ne kadar Kuzey İonia merkezlerinde şehirlerin çoğunun en önemli kutsal varlığı tanrıça Athena’ysa da bu şehirlerde Atina Phyle’lerinin isimlerine rastlanmaz ve dilsel veriler de İon kökeninden uzaklaşmalarına yol açar. 10’uncu yüzyıl ortalarından itibaren Klazomenai’de bir İon yerleşimi olan Euboia adasının etkileri öne çıkmaya başlar. Döneme ait bir seramik fırını ve mezarlık alanlarının tespit edilmesi, Klazomenai’yi bu erken dönemi tanımamız açısından müstesna bir yere koyar.
Başlangıçta bir Aiol yerleşmesi olarak kurulan Smyrna’nın olasılıkla MÖ 8’inci yüzyıl sonlarında bir İon yerleşmesine dönüşümünü antik kaynaklar aktarır. Belki de sadece Smyrna değil, diğer bazı başka Kuzey İonia şehirleri de Aiol göçmenlerce kurulmuş, zamanla İonlaşmıştır. Antik dönem tarihçilerinin sadece bu sürecin son halkası olan Smyrna’yı hatırlayabilmeleri anlaşılabilecek bir durumdur. Kuşkusuz bu açıklama mevcut kısıtlı verilerle yapılmış bir spekülasyondur. Smyrna’nın başına gelenler, Yunan göçmenlerin bir birlik içinde hareket etmediklerini, ortak bir etnisite içinde dayanışma göstermediklerini, tersine birbirleriyle rakip olarak savaşabildiklerini de açığa çıkarır.
Teos ve Phokaia’daki en erken buluntular MÖ 10’uncu yüzyıl ortalarından sonraya dayanır. Phokaia’nın adının da işaret ettiği gibi göçmenlerin Yunanistan’ın Phokis bölgesinden, yani Aiol lehçesinin yaygın olduğu topraklardan gelmiş olması muhtemeldir. Ancak buluntular yayınlanmadığı için bu ihtimal arkeolojik verilerle sınanamamaktadır. Buluntuların yayınlanmaması sorunu bir Aiol yerleşmesi olarak kurulan Smyrna için de geçerlidir ve şimdiki verilerle burası için de MÖ 10’uncu yüzyıl ortaları gibi bir kuruluş tarihi önerilebilir.
GÖÇMENLERİN İON KÖKENLİ OLDUKLARI KUŞKULU
Tüm bu ipuçlarına topluca bakacak olursak Erken Demir Çağı Ege Göçleri ile ilişkili bazı çıkarımlar yapmak mümkün. Miletos’ta İon göçmenlerinin MÖ 11’inci yüzyılda Atina üzerinden buraya geldikleri iddiası büyük ölçüde doğrulanır. Ephesos için de Atina ilişkisi kurulabilir ancak şimdiki veriler göçün Miletos’tan en azından bir yüzyıl sonra olduğuna işaret eder. Kuzey İonia şehirlerinden Klazomenai’de de Miletos gibi göçün erken izleri vardır. Öte yandan, göçmenlerin Atina üzerinden geldiği düşüncesi doğrulanmaz ve İon kökenli oldukları da kuşkuludur. Teos, Phokaia ve Smyrna şehirlerinden gelen veriler daha geç tarihlidir. Antik kaynakların aktardıklarına göre her ikisi de Atina kralı Kodros’un oğulları tarafından kurulmuş Miletos ve Ephesos’un kuruluş dönemine ait olabilecek buluntuların eş zamanlı olmaması dikkat çekicidir. Aynı durum Kuzey İonia şehirleri için de geçerlidir ve çoğu durumda arkeolojik veriler antik kaynakların göçler için önerdiği tarihlerle uyumlu değildir. Teos şehri için Strabon, Kodros oğullarının Atina’dan başlayan hareketinden daha erken bir göçten bahseder. Yani Miletos’a yönelik göç dalgasından daha erken bir tarihe işaret eder. Ancak en erken buluntular Miletos’taki buluntulardan en az yüz yıl sonraya tarihlenir. Pausanias’ın diğer İon kentlerinden daha geç bir tarihte kurulduğunu belirttiği Klazomenai’deki buluntular ise göç hareketinin şimdiye kadar ulaşabildiğimiz en erken verilerini teşkil eder. Bu veriler göçlerin eş zamanlı ve toplu bir kitlesel hareketle gerçekleşmediğini, belki de bir infiltrasyon / sızıntı hareketiyle karşı karşıya olabileceğimizi akla getirir.
Antik kaynakların aktardıkları bazı detaylar, seramik verileri ve Phyle isimleri İon göçünün tek bir merkezden yola çıkmadığına, Yunanistan’ın farklı bölgelerinden yola çıkan göçmenlerin söz konusu olduğuna işaret eder. Teos’un ilk kurucusunun Boiotia’daki Orkhomenos kentinin efsanevi kralı Minyas soyundan gelen Athamas olduğu, Klazomenai’yi kuranlar arasında Dorlardan kaçan Peleponnesoslu Kleonaililer ve Philous halkının varlığı, Priene’ye Philotas önderliğinde Thebai’den bir göçmen grubunun gelmesi gibi pek çok ayrıntı antik kaynaklar tarafından zikredilmiştir. Diğer İon şehirleri için de farklı yerlerden sürece katılan göçmen gruplarından bahsedilir. Yani göç için yola çıkanlar homojen bir dialekte / etnisiteye sahip, bir araya gelip topluca hareket eden gruplar değildir. Bu homojenleşme ve bizim İon, Aiol şeklinde sınıflamamız göçten önce değil, göçü izleyen yıllarda hayata geçmiş olmalıdır.
Cevaplamak için kafa yormamız gereken bir diğer soru göçmenlerle, göç sırasında Batı Anadolu’da yaşıyor olması gereken yerli halk arasındaki ilişkilerin biçimidir. Son Tunç Çağı’nda, önce Arzawa krallığı / federasyonu bünyesi içinde, Hitit kralı II. Muršili’nin müdahalesi sonrasında ise Seha Nehri Ülkesi, Mira-Kuwaliya gibi beylikler şeklinde organize olarak yaşayan ve Luvi dili konuşan halkların bölgedeki varlığı bilinmektedir. Hem Hitit kaynakları hem de Karabel, Sipylos ve Suratkaya gibi yerlerdeki Luvi yazıtları bunu doğrular. Anakara Yunanistan kökenli Erken Demir Çağı göçleri yaşandığında bu halkın Batı Anadolu’da hala meskun olup olmadığını bilmiyoruz. Yunan antik kaynakları Luvileri tanımaz, onların yerine, Batı Anadolu’da yaşayan Lelegler, Karlar, Pelasglar gibi efsanevi halklardan bahsederler. Kolophon gibi birçok yerleşimin kurulması aşamasında ya da sonrasında göçmenler ile orada yaşayan Karlar arasındaki çatışmaların öyküsü aktarılır. Benzer bir öykü Ephesos’un Androklos tarafından kuruluşu sırasında püskürtülen Karlar ve Lelegler için geçerlidir. Homeros Miletos’u bir İon şehri olarak değil bir Karia şehri olarak anar (Ozanın anlattığı destanın geçtiği çağda henüz İon göçleri yaşanmamış olduğu için bu bilgi kendi içinde tutarlıdır).
Herodotos Miletos’a gelen göçmenlerin orada yaşayan Karların erkeklerini öldürdüğünü, kadınlarını ise kendilerine eş olarak aldıklarını anlatır. Bu veriler göçmenlerin zor kullanarak yerli halkı uzaklaştırdığı veya bazı İon şehirlerinde yerli halkın yaşamadığı alanlara yerleştiklerini düşündürür. Gerçekten de İon şehirlerindeki erken tabakalarda Yunan kökenli buluntularla yerli halka ait olabilecek ‘Yunan olmayan’ buluntulara karışık olarak rastlanmaz. Smyrna dahil, Aiolis bölgesinde izlenen gri tek renkli seramik ve Klazomenai’de izlenen tek örnek bunun istisnalarıdır. Yani ‘kolonizasyonu’ daha geç tarihte tamamlanabilmiş Aiolis bölgesi dışarıda tutulursa, İon şehirlerinde göçmenler ve yerli halkın hiç değilse kuruluş aşamasında bir arada yaşamış olduğuna, yerli halkın zaman içinde asimile olduğuna işaret edebilecek buluntular yoktur.
GÖÇLERLE KURULAN YERLEŞİMLERİN ADI YUNANCA DEĞİL
Öte yandan göçlerle kurulan yerleşimlerin önemli kısmının adı Yunanca değildir ve olasılıkla bu yerleşimler Son Tunç Çağı’ndaki isimlerini küçük değişimlerle korumuşlardır. Hitit kayıtlarındaki Milawanda’nın Miletos’a, Apaša’nın Ephesos’a dönüşümü bu düşünceyi doğrular. Yunanlılar bu kendilerine yabancı isimlerin bir kısmını (Smyrna, Ephesos, Kyme, Myrina vb.) efsanevi Amazon kraliçeleriyle ilişkilendirerek ya da Klazomenai örneğinde, orada yaşayan kuğuların çığlıklarına öykünerek şehre isim verildiğini iddia ederek açıklamaya çalışmışlardır. Göç edenler ve yerli halkın birbirlerinden o kadar da kopmuş olmadığına işaret eden bir diğer ipucu Miletos’tan gelir. Antik çağın yedi bilgesinden biri olarak kabul edilen Miletoslu düşünür Thales’in babasının adı olan Heksamyas’ın Kar kökenli, annesinin adı olan Kleobulina’nın Yunan kökenli olduğu düşünülürse göçlerden yaklaşık 500 yıl sonra bile İon şehirlerinde yerli halkın yaşamakta olduğu anlaşılır. Ancak bu örnek, Karia bölgesine komşu olan Miletos’ta kuruluş aşamasında değil, daha geç dönemde Karların yaşamış olabileceği ihtimalini de barındırır.
Yerlerinden ettikleri diğer halkları takip ederek Dorların da bir kısmı Batı Anadolu’ya doğru göç eder. Yunanistan’daki Dor bölgesinden ayırt edebilmek için ‘Doğu Dor’ olarak adlandırılan bu bölge Halikarnassos (Bodrum) ve Knidos (Reşadiye) yarımadaları ile civardaki Dodekanesos (Oniki Adalar)’dır. Buradaki en erken buluntular Kos (İstanköy) adasındaki MÖ 10’uncu yüzyılın ilk yarısına tarihlenen seramiktir. Diğer Dor yerleşimlerinde bu tarih aynı yüzyılın ikinci yarısına tekabül eder. Doğu Dor bölgesine göçlerin Miletos ve Klazomenai gibi İon yerleşimlerinden daha geç bir tarihte yaşanması mantıklıdır. Çünkü İon göçmenleri Dorların ilk baskısı ile hareketlenmeye başlamış, Dorlar onları kaçırdıktan ve Pelopennesos yarımadasına yerleştikten sonra kendi göçlerine girişmiş olmalıdır. Öte yandan buluntuların Yunanistan’daki Dor bölgesiyle ilişkilerden çok, bir İon şehri olan Miletos’un kültürü etkisinde kaldığı da belirtilmelidir. Diğer bir deyişle Dorlar, lehçeleri ve belki inanç sistemleri hariç, yola çıktıkları yerdeki maddi kültürü Batı Anadolu’ya taşımamışlar, kendilerinden önce buraya yerleşmiş güçlü kuzey komşularından etkilenmişlerdir.
Erken Demir Çağı Ege göçleri verilerimiz süreci tam olarak kavrayabilmek açısından yetersiz olsa da tarihin sonraki dönemlerinden bildiğimiz büyük göç hareketleriyle uyumlu görünür. Yaşadığı yerden memnun olan insanlar kendilerine yeni yurtlar aramazlar. Çoğu örnekte bir felaketi izleyen göç dalgalarından bahsetmek mümkündür. İspanya ve Portekiz’deki Sefarad Yahudilerinin Hıristiyanların baskısıyla göçe zorlanması, Horasan çevresinde yaşayan Türklerin 13’üncü yüzyılda Moğolların zulmünden kaçışı, Ermenilerin 1915 sonrası vatanlarını terk etmek zorunda kalışları, Suriye’deki savaşın harekete geçirdiği sığınmacı kitleleri akla ilk gelen örneklerdir. Keza mağdurların bir süre sonra gaddar haline gelmeleri de sıra dışı değildir. Dorlardan kaçan İon ve Aiol grupların yeni yurtlarında yerli halka karşı acımasız tavırlarıyla, Holokost kurbanı Yahudilerin yeni kurdukları devletin, Filistin halkına davranışı arasında paralellikler kurmak mümkün görünüyor.
*Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü, Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı, Doç. Dr.