Latin alfabesine geçilmesine, Atatürk’ün en yakın dava ve çalışma arkadaşı İsmet İnönü’nün de karşı çıktığını açıklayan Prof. Dr. Onur Bilge Kula, bu isimlerden bir diğerinin de Kazım Karabekir olduğunu ifade etti. İnönü’nün “Harf devrimini yapmak, uzun, çetin, belki ömür boyunca bir mücadeleye karar vermektir” sözlerini hatırlatarak çekincelerini ortaya koyduğunu hatırlattı. Kazım Karabekir ile ilgili ise “Şubat 1923’te İzmir’de toplanan Ulusal İktisat Kongresi’nde İzmirli işçi delege Nazmi ve iki arkadaşının Latin harflerinin kabulüne ilişkin verdikleri öneriyi tepkiyle karşılar ve okutmaz” ifadelerini kullandı. Kula’nın fercekedebiyat.com’daki yazısı şu şekilde:
“Her toplumsal-kültürel-politik gelişme, tarihsel bir birikime dayanır. Bu ilke, dil ve Dil Devrimi için de geçerlidir. Söz konusu ilke uyarınca, 1800’den sonra gelişmeye başlayan Türkçe bilincinin bazı öncülerini anmak gerekir.
Bu öncülerden biri, 1862’de harflerin düzeltilmesini gündeme getiren Münif Paşa’dır. 1869’da Mustafa Celalettin Paşa, Türk dilinin yenilenmesi için, Latin harflerinin kabul edilmesi gerektiğini dile getirmenin yanı sıra, kızına Latin harfleriyle Türkçe mektuplar yazmıştır. Bu aydın kişi, ayrıca Türkçenin ‘arılaştırılmasına’ yönelik öncü çalışmalar yapmış ve halkın kolay öğrenmesi için, ‘Türkçenin eğitim-öğretim dili’ olmasında direnmiştir. Mustafa Celalettin Paşa bu unutulmaz katkılarıyla, Dil Devrimi’nin öncüleri arasında anılmayı hak etmiştir.
O dönemde genç ilerlemeciler arasında yer alan Rıfat Bey ve Macit Paşa, “dilde yenilikten” yana olanların önderleridir. “Ulusun ilerlemesi eğitime bağlıdır” diyen Macit Paşa, bu ilerlemenin Arapçayla olamayacağını anlatmaya çalışmıştır. Daha sonra Rıfat Bey de “Latin harflerinin kabul edilmesi”ni savunmuştur. 2 (Karal 1978, s. 62- 64).
Buna karşın Türkçenin öne çıkarılmasına karşı olanlar da vardır ve dil tutucularının başında gelenlerinden olan Hacı İbrahim “Türkçenin bağımsızlığı olanaksızdır; bizim bilim ve edebiyat dilimiz Arapçadır… Bundan ayrılmak bizim için olanaksızdır” der. Arapçacılar, Türkçeyi savunanları, “Frenk taklitçiliği” ile suçlar ve bilim kavramlarını “Uygurcadan değil, Arapçadan alacağız” diye Türkçecileri küçümserler.
Türkçeciler arasında yer alan Ahmet Rıza, Türkçenin, “Türkler için bir var veya yok olmak sorunu” olduğunu düşünür ve tutarlı bir yaklaşımla, İran ve Yunanistan’ın anadilleri sayesinde varlıklarını sürdürdüğünü ve “Osmanlı Devleti bir kez parçalanırsa, Türk ulusu yok olur gider” diye haykırır. Ahmet Rıza’nın tutarlı belirlemesiyle, “bir ulusun varlığı ve sürmesi, dilinin oluşması ve yaşamasına bağlıdır.” Batı düşüncesini içselleştiren bu önemli aydın, Türk ulusunun varlığının sürmesinin, Türkçenin varlığı ve gelişmesiyle olanaklı olduğunu her koşul altında savunmuştur.
Türkçeyi savunan bir başka aydın Şemseddin Sami’ye göre, “bilimin ve edebiyatın gelişmesi için” Türkçe kavramlar bulmak gerekir. Hüseyin Cahit, bilimin Arap’ta değil, Batı’da olduğu gerekçesiyle, “edebiyatın Türk ve Türkçe olması” gerektiğini öne çıkarır. (Karal 1978, 64- 75).
ARAPLAR NİÇİN DİRENMEYE BAŞLAR
Böyle bir tarihsel birikim olmasına karşın, Türkçenin önemi, gerçek anlamda İkinci Meşrutiyet’ten (1908) sonra anlaşılmaya başlar. Bu tarihten sonra, Anayasa’da Türkçenin “resmi dil” olarak kabulüne dayanarak, Türkçe ilk ve orta öğretimde zorunlu dil durumuna getirilir.
Kasım 1909’dan sonra Adalet Bakanlığı “Arap illerindeki mahkemelerde Türk dilinin kullanılması”nı isteyince, çeşitli direnmeler başlar. Araplar, Osmanlı yönetim anlayışı sonucu elde ettikleri “kültür ayrıcalığı”nı Arapça üzerinden sürdürmek ister (Karal 1978, s. 77- 78).
Türkçeyi savunanlar 1908’de ‘Türk Derneği’ adıyla bir dernek kurarak, burada örgütlenirler. ‘Türk Derneği’nin amaçlar arasında “Türkçenin bilim ve sanat dili olarak gelişmesini sağlamak, Türkçenin söz varlığını belirlemeye ve genişletmeye yönelik derleme çalışmaları yapmak” da yer alır (Karal 1978, s. 80- 82).
TÜRK HALKINA YANIT VERECEK BİR ALFABE
Tanzimat ile birlikte Osmanlı Türkiye’si, Batı’nın bilim ve teknik bakımından ilerlemesinin nedenlerini aramaya ve kendi durumunu daha eleştirel sorgulamaya başlar.
Böylece, yaklaşık 8 yüzyıldan beri Türkçeyi etkisizleştiren ve dolayısıyla da Türkçe düşünmeyi zorlaştıran Arapçanın, bu yeni yönelime ve bundan doğan yeni gereksinmelere uygun ya da elverişli olmadığı anlaşılır.
Bunda Osmanlı uyrukları olan Bulgarların, Yunanların, Sırp ve Ermenilerin kendi anadillerinde yaptıkları eğitim-öğretimle, Türkleri çoktan geride bıraktıklarının anlaşılmasının da payı olur.
Batı dünyasıyla düşünce alış-verişini artırmak, bilimselleşme ve akılcılaşma konularında Batı’yla yarışabilmek için, Batı’nın ilerlemesini sağlayan yazı dizgesinin, Türk toplumunun düşünsel üretimine ve iletişim gereksinmelerine, dolayısıyla da Türkçenin ulusal iletişim dili ve bilim dili olmasına uygunluğu da tartışılır. Ayrıca, başta Karl Marx ve Friedrich Engels olmak üzere, Batılıların ‘Avrupa Türkiyesi’ diye adlandırdıkları Balkanlar’daki Osmanlı toprakları başta olmak üzere, Batı ile yoğun ilişkiler kaçınılmaz olarak Latin yazısının Türkiye’de yaygınlaşmasına yol açar. Bunda Latin yazısının, uluslararası iletişimde kullanılan yazı olmasının da payı vardır.
Türkçenin sanat ve bilim dili durumuna getirilmesi, kuşkusuz yeni bir alfabeyi gerektirmiştir. “Arap kültür emperyalizmi”nin aracı olan Arap yazı dizgesi, Türkçenin böyle bir gelişim göstermesini sağlayamamıştır, sağlayamazdı da; çünkü Türkçenin doğru okunması ve yazılması için elverişli değildir.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Enver Paşa’nın girişimiyle, Avrupa cephesinde Türk birliklerinde, resmi telgraf yazışmalarında Latin harfleri kullanılmıştır. Talat Paşa da Berlin gezisi sırasında telgrafları, İstanbul’a Latin harfleriyle yazarak göndermiştir. Mustafa Kemal Atatürk de bir mektubunu Latin harfleriyle yazmıştır. Bu durum, Latin alfabesinin resmen kabul edilmeden önce, bir kullanılma aşamasından geçtiğini göstermektedir.
Karal’ın aktarımıyla, alfabenin düzeltimden geçirilmesi konusunda çalışan bir kurul, 5 Ağustos 1916 tarihli bildirisinde şu görüşlere yer verir: “Bizim için kurtuluş çaresi, halk topluluğunu olanak olduğunca çabuk eğitmektir. Köylerimize ve okumak bilmeyenlere bir ay içinde okumak yazmak öğretmek zorundayız. Türkiye’nin bugünkü alfabesi ve yöntemi ile böyle bir sonuç sağlanması olanaksızdır. Yetkili kimseler ve bilginler, alfabenin kusurlarını düzeltmeyi ve doğrudan doğruya Latin harflerinin alınmasını önermiştir” (Karal 1978, s. 93).
İlginçtir, başta Ziya Gökalp olmak üzere, II. Meşrutiyet’ten sonra güçlenen Türkçülük akımın önde gelenleri de “Arap alfabesinin korunması”nı ister (Şimşir 1992, s. 47).
NİÇİN LATİN YAZISINI ALMIYORUZ
İzmir’in kurtuluşundan hemen sonra 12 Eylül 1922’de Hüseyin Cahit Yalçın, Atatürk’e “Niçin Latin yazısını almıyoruz?” diye sorar. Atatürk “daha zamanı gelmemiştir” yanıtını verir.
Öte yandan, Atatürk daha 1906’da Bulgar Türkolog Manolof’a “Batı uygarlığına girmemize engel olan yazıyı atacağız” demiştir. Aynı düşünceyi benzer sözcüklerle 7/8 Temmuz 1922’de Mazhar Müfit Kansu’ya, 1922’de de Halide Edip Adıvar’a da söyler.
Öte yandan, Atatürk’ün en yakınında olanlardan bile alfabe değişikliğine karşı çıkan vardır. Örneğin, Kazım Karabekir Paşa, Şubat 1923’te İzmir’de toplanan Ulusal İktisat Kongresi’nde İzmirli işçi delege Nazmi ve iki arkadaşının Latin harflerinin kabulüne ilişkin verdikleri öneriyi tepkiyle karşılar ve okutmaz. Basına verdiği demeçte, çoğunlukla Batılıların “Türkçe yazısı güçtür; okunamaz!” diye propaganda yaptıklarını, birtakım Türklerin de “bu propagandaya kandığı”nı, “Arnavutlar ve Azerilerin alfabe değiştirerek, yaptıkları hatayı, Türklerin yapmaması gerektiğini” belirtir (Şimşir 1992, s. 57- 58).
LATİN ALFABESİNE GEÇİŞ SÜRECİ
25 Aralık 1925’te TBMM “uluslararası saatin ve takvimin kullanılmasına” ilişkin yasayı kabul eder.
Bunu 17 Şubat 1926’da Yurttaşlar Yasası’nın kabulü izler.
26 Şubat 1926’da Azerbaycan’da toplanan ‘Uluslararası Türkoloji Kongresi’nde Türk halkların Latin alfabesini alması coşkuyla öğütlenir. Bu coşku, Türkiye’ye de yansır.
28 Mart 1926’da eğitim Bakanı Mustafa Necati, bilimcilere ve aydınlara “Latin harflerini kabul etmeli miyiz?” diye sorar. Bilimciler ve aydınlar arasında dilbilimci Bodrumlu Avram Galanti’nin de bulunduğu karşı çıkanlar çoğunluktadır.
Latin alfabesine geçilmesine, Atatürk’ün en yakın dava ve çalışma arkadaşı İsmet İnönü de “Harf devrimini yapmak, uzun, çetin, belki ömür boyunca bir mücadeleye karar vermektir” gerekçesiyle çekincesini dile getirir, hatta karşı çıkar.
Yeni Türk alfabesini hazırlamak amacıyla kurulan ‘Dil Kurulu’ üyelerinden Ahmet Cevat Emre şunları aktarır: “İsmet Paşa, yazıyı değiştirme sorununda kolay sarsılmaz bir karşı koyuş gösterdi.” Bunun yanı sıra, aynı İnönü, yeni yazıya geçtikten sonra “Arap harfleriyle tek bir satır bile yazmamaya özen göstermiştir.” (Şimşir 1992, s. 83).
Celal Nuri İleri Türk İnkılabı/Devrimi adıyla 1926’da yayımladığı kitapta, yazı sorununa geniş yer ayırır. Mithat Sadullah Latin Harfleriyle Türkçe Elifba Tecrübesi adlı kitabını yayımlar.
1927’de Hidayet İsmail, 35 Latin harfinden oluşan bir Türk Alfabesi hazırlar. Bunu, İstepan Karayan’ın Değiştirilen Latin Harfleriyle Türk Alfabesi Projesi adlı kitapçığı izler.
Ahmet Cevat Emre’nin önderliğinde, Ekim- 1927- Mayıs 1928 arasında Vakit gazetesinde ‘Lisanımız Hakkında Bir Kalem Tecrübesi’ adıyla bir yazı dizisi yayımlanır.
Bu yazılar, 1928’de ‘Muhtaç Olduğumuz Latin İnkılâbı Hakkında Bir Kalem Tecrübesi’ adıyla İstanbul’da kitap olarak yayımlanır.
Yine İbrahim Necmi Dilmen Milliyet gazetesinde Mayıs 1927’de ‘Latin Harfleriyle Türkçe Elifba’ adıyla bir yazı dizisi başlatır (Şimşir 1992, s. 83- 84). Yazı konusunun basında ele alınması, kamuoyunun oluşmasına ve Yazı Devrimi’ne ilişkin bilincin gelişmesine önemli bir katkı yapar.
Ağustos 1927’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan Yardımcısı Hasan Bey, “Latin harflerinin alınmasının uygun olacağını basına açıklar.”
Bu açıklama üzerine, Yunus Nadi Cumhuriyet gazetesinde yazı devrimi kampanyası başlatır.
Ekim 1927’de Başbakan İsmet İnönü, Halk Partisi Kongresinde “yazı devriminin düşünüldüğünü” açıklar. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 8 Ocak 1928’de Türk ulusunun “güzel dilini, Latin harfleriyle görmeyi hararetle dilediğini” söyler. Ocak 1928’de Hamdullah Suphi Tanrıöver başkanlığında kurulan bir kurul, yazı konusunu incelemeye başlar (Şimşir 1992, s. 84- 85).
20 Mayıs 1928’de uluslararası rakamların alınmasıyla ilgili yasa, Meclis’te görüşülürken, dönemin Maliye Bakanı, hazırlıklar tamamlanınca, Latin alfabesinin alınacağını, bundan “eski kafalıların hoşlanmayacağını” ancak “camilerde Türkçe dua edildiği, Kuran’ın Türkçe çevirilerinin serbestçe satıldığı, İslam dininin, devlet işlerinden ayrıldığı” dönemde “görece küçük bir değişiklik olacaktır. Bilimsel açıdan değişiklik yerindedir” der.
Atatürk, ilk kez 10 Haziran 1928’de Dil Kurulu’nun kurulduğunu, İstanbul’da kamuoyuna açıklar.
17- 19 Temmuz 1928 günlerinde İsmet İnönü’nün de katıldığı çalışma toplantılarında kesinleşen Türkçe Latin harfleri, ‘Türk Alfabesi’ olarak adlandırılır.”